Bazı otlar vardır; yalnızca karın doyurmaz, geçmişi de doyurur. Toprağın
kalbinde saklanan bir kardeşlik, bazen bir ot, bir kokunun ucuna tutunarak çağırır
insanı geçmişe. Bir yaprak bin anının izini taşır da farkına bile varmadan
çocukluğun kokusu siner burnuna. Burnuna kokusu, gözünün ucuna gölgesi düştü mü çocukluk hatırlar, göç hatırlar, ağıt hatırlar.
Bu yıl Aslıhan’la Iğdır’a gittiğimizde, elimiz toprakla buluşmadan, gönlümüz yılların ötesine sarktı. Çünkü bu sadece bir yolculuk değildi, bir hatırlayıştı. Ev sahibimiz yazar arkadaşımız Dr. Mehmet Kum’un eşi Ayşegül, güzel gülüşüyle sofraya bir tabak koyduğunda zaman durdu. Yöresel bir yemek hazırladığını söylediğinde, ne yalan söyleyeyim, sadece midemin değil, kalbimin de heyecanlandığını hissettim. Çünkü “salmanca kavurması” dedi. Salmanca adı unutulmuş bir ses gibi titredi içimde. Benim doğduğum köyde, Yukarı Aratan’da, salmanca kendi kendine yetişirdi. Kimse dikmezdi onu. O varlığını toprağın sabrına borçluydu. Güneşin az, soğuğun çok olduğu yerde bile inadına yeşerir.
Benim sevincim karşısında şaşıran Aslıhan Tüylüoğlu ile göz göze geldik. Sanırım Aslıhan anlam veremedi bir yemeğe sevinmeme. Ayşegül tabağı önüme koyduğunda nefesimi tuttum. Bu bir yemek değildi. Bu bir kimlikti, hatırlayıştı. Belki de toprağın bana unutma demesiydi.

Salmanca yemeği aldı eskilere götürdü beni… Yusuf dedemiz Dağlık
Karabağ’dan gelip İrevan’ın (Erivan) Mensimli kasabasına yerleşmiş. Orada bir süre
değirmencilik yapmış. Sonra da, beş oğluyla sulak verimli toprakları olan
Yukarı Aratan köyüne, sırf “salmanca” otu için göç etmişler. O zamanlar o tay ile bu
tay aynı coğrafyada. Ama yokluk, kıtlık zamanı, bir ineği, koyunu, mandası
olana bu ot zengin bir besindi eskiler için. Salmanca otu kimine göre sıradan
bir yeşillik, bizimkiler için bir kaderdi. Yön bulma sebebiydi. Kuzey
Azerbaycan’dan gelen bizlere Yusuf soyundan olduğumuz için ” Usuplu” ve Güney
Azerbaycan’dan (İran) gelenlere de Şah baskısından kaçanlar anlamında “Şahkullu” demişler Yukarı Aratan köyünde… Dedemiz Yusuf, beş oğlu ile birlikte, sırtında geçmişin yükü, yüreğinde yarınların umuduyla, otu bol olan köyümüze yerleştiğinde, sadece bir ev değil, bir soyun öyküsünü inşa etti. Her biri ayrı rüzgâr olan, ama aynı kökten esen çocuklarıyla toprakla selamlaştı, taşla tanıştı. O an, toprağın hafızasına bir aile ismi daha kazındı: Usuplu… Salmanca otuymuş neden. O toprakta kendiliğinden yetişen, yerini seven bir bitki…
Belki de Yusuf Dede, kendi kaderini o otun yeşerdiği yerde bulmuştu.
Usulca gelen, derinden kök salan” dedikleri bu ot, bizim de ailece usulca ama sağlam adımlarla yerleştiğimiz bir yaşamın simgesiydi.
Göç sadece yer değiştirmek değil, anıların bavulunu taşımaktır. O köye atılan
her adım, bir hatıranın yankısı gibiydi. Yusuf Dede, göğsünde bin yıllık bir
coğrafyanın soluğuyla yürüdü o köyün yollarında. Suyu boldu, toprağı
bereketliydi. Ama bizim için en büyük zenginlik, dedemizin adının o toprakta
“duran” bir isim oluşuydu.
Usup dedemizin bir oğlunun soyundan olan, Abbas Aras, Hüseyin
Aras, Kelbayı Ramazan amcalarım. Memet Aras amcan; bir oğlunun soyundan olan Alkızıl
köyünde Eşref Aras, Seyyat ve Mehmet Aras Abilerim; bir oğlunun soyundan
dört kuşak sonra babam ve Gızoş Ablamın babası… İki oğlunun çocuğu olmamış
“sonsuz” kalmışlar. Bizde çocuğu olmayanlara “sonsuz” deniliyor. Beşinci
kuşaktan ben de o sonsuz kervanına katılanlardan oldum. Bugün adını saydığım
amcalarımın çocuklarıyla beş kuşak sonra hala bir sülale olarak ilişki var
aramızda…
Kendimi bildim bileli: “Sen Usuplu torunusun yüreğin gür ama dilin sakin olsun“ derdi büyüklerimiz. Soyadımız gibi taşıdığımız bu “Usuplu” ismi, bir sülale adı
değil bir yaşam biçimiydi. Bizde sevda bağırarak değil toprakla konuşulur gibi
konuşulurdu. Beşinci kuşaktan bir torun olarak, o göçün, o otun, o sessizliğin ve
akan yaşamın yüreğimde hâlâ taze durduğunu hissediyorum.
İşte o gün Ayşegül’ün kurduğu zengin sofrada sadece bir tabak yemek
yemedik. Ben geçmişimize, göçümüze, kardeşliğimize bir kaşık daha yaklaştım.
Bize bir ot ikram etmedi Ayşegül. Bize geçmişi, toprağı, kökümüzü sundu.
Ayşegül’ün evinde salmanca çatalda değil, sofranın tam ortasında bizimle
konuştu.
Iğdır’dan Sonra Diyarbakır’da Aslıhan arkadaşımın akrabası Suna ve Cemil
Caymaz’lara giderken yolda bu hikâyeyi anlattım. Suna Caymaz Hanım ve Cemil Bey’in yüreğiyle iki gün, yüzyıllık bir sıcaklığa dönüştü… Taş duvarlar kadar sağlamdı misafirperverlikleri. Bir çayın buharında dostluk, bir tebessümde şehir anlatıldı bize. Suna’nın gülüşü Diyarbakır sabahı gibi sıcaktı, Cemil Bey’in rehberliği, her sokağı şiire çevirdi… İki gün değil, bir ömürlük iz bıraktı.
Günler sonra, Aslıhan Tüylüoğlu arkadaşım Aydın pazarında görünce hemen
arayıp: "Salmanca buldum!" dedi. Fotoğrafını bana gönderdiğinde o yeşilin ne
kadar içime işlediğini bir kez daha anladım. Aydın’da “Sirken” otu
deniliyormuş. Bir de öğrendim ki, aynı ot başka yerlerde yabani ıspanak, ak kazayağı, akpazı gibi başka adlarla da bilinirmiş.
O telefondaki sevinç, sadece bir otun bulunmasından değil, toprağın kardeşliğinin kanıtı oluşundandı. İrivan’da (Erivan) ad duyuran, Türkiye’ye göç ettiren bir ot ege
kıyılarında da yetişiyormuş. Artık biliyorum İzmir ve Aydın’da pazar tezgâhında
salmanca da göreceksiniz.
Şimdi yıllar geçti, mevsimler değişti. Ama o toprak hâlâ aynı kokuyor. Yusuf
Dede'nin bastığı taşlar aynı sessizliği taşıyor o köyde. Her adımda, her yudumda
geçmişimiz var. Biz, beşinci kuşak torunları olarak, her hatırlayışta
yüreğimizde usulca bir cümle kuruyoruz: “İyi ki o Usuplu, iyi ki o karar…”
Yorumlar
Kalan Karakter: