“Ben” dediğimde, aklıma önce bir coğrafya değil, bir duygu gelir. Bir rüzgâr… ama tanıdık, bir ışık… Sabah güneşi gibi içe işleyen.
O ışık nereden mi gelir? Iğdır’dan. Çünkü ben, Iğdır’la varım. Onunla başladım kendimi tanımaya, onunla ilk düşleri gördüm, ilk acıları öğrendim, ilk şiiri içime çektim.
Ben kimim derken, şiirle konuşan bir kadınım aslında. Bu şiirin temelini, sesini, kökünü Iğdır’a borçluyum. Çünkü ben kelimeleri önce orada duydum; ninelerimin dua gibi konuşan ağızlarında, çocukken kurduğum düşlerin içindeki o tatlı Azerbaycan şivesinde.
Bizim orada söz sadece iletişim değil, aynı zamanda duygunun, saygının, diliydi. “Gönlüm açıldı” demekle kalmazdık, “ürəyim gülümsədi” derdik.
Yani kelimeyle sadece konuşmaz, yaşardık. İşte ben o sözcüklerin içinden şiir süzdüm kendime.
Azerbaycan Türkçesinin zengin konuşma dili, beni hem ana dile bağladı hem şiirin kalbine.
Duyguyu süslemek değil, özünü yaşatmak öğrendiğim şeydi. O yüzden benim şiirimde süs değil, toprak vardır, o toprak da Iğdır’ın, Aras’ın, Ağrı’nın sesidir. Benim şiirim oralardan akar…
O topraklardan doğan şiir, tıpkı Aras’ın suyu gibi: yumuşak, derin, ama taşı delen cinsten.
Bu bağlamdan düşündüğümde Iğdır, haritadaki küçük bir nokta olabilir başkaları için. Ama benim yüreğimde, koskoca bir evrendir. Sadece taş binalar, toprak sokaklar değil orası, annemin sesi, babamın ayak sesleri, çocukken düşüp dizimi kanattığım yer, sobalı odada anlatılan hikâyeler, göz göze susmalar…
İlkokul yıllarım o topraklarda geçti. Sonra İzmir’e uzanan bir yol… Bambaşka bir şehir, başka bir iklim, başka insanlar…
O zamanlar çocuk aklımla belki fark etmezdim ama şimdi dönüp baktığımda şunu çok net görüyorum: Iğdır beni sadece büyütmedi, beni inşa etti. Kelimeleri nasıl duyacağımı, insanlara nasıl bakacağımı, susmanın da konuşmak kadar derin bir dil olduğunu orada öğrendim.
İşte Bir dağın eteğinde kurulmuş o küçük şehir, bana "kök" ile "köklenmek" arasındaki farkı anlattı. Çünkü kök salmadan hiçbir yere gerçekten gidemezsin. Benim köküm Iğdır’da. Her nereye gittiysem, Iğdır'ı içimde götürdüm. Bu yüzden “Ben kimim?” diye sorulduğunda, cevap ne mesleğim, ne şiirim ne yaşadığım şehir olur. Ben Iğdır’ım. Çünkü çocukluğum orada kaldı, ruhum orada filizlendi.
İzmir’e geldiğim ilk günden beri ne zaman denizi görsem, aklıma Aras Nehri düşer. Çünkü Iğdır’dan gelen biri için su, sadece serinlik değil, bir hatıra taşıyıcısıdır. Ben o yıllarda şunu öğrendim: Bir yerden ayrılmak, orayı geride bırakmak değildir. Aksine, içimizde büyüyen o yere artık dışarıdan bakabilme cesaretidir.
Iğdır deyince… “Ağrı Dağı”’nın sabah sisine saklanmış hali… Tepesindeki hiç eksilmeyen kar, içimdeki derin bir suskunluğu çağrıştırır hep. Her sabah başka bir renk giyer ama hep aynı yerden bakar bize.
Iğdır’ın göğsünde taş gibi değil, kalp gibi durur o dağ. Iğdır, İzmir’de bana uzaktan da kendimi nasıl seveceğimi öğretti.
Yaş on sekiz, sonra Almanya… Üç yıl boyunca bambaşka bir dilin, kültürün, yalnızlığın içinden geçtim. Ama yine de kendimi kaybetmedim. Soyadımdan önce Türkiye Iğdır önceliğimdi. Çünkü Iğdır’ı kaybetmedim. Orada, bir yabancı ülkede bana ana yurdu hatırlatan tek şey “anılar” değil, benliğimdi.
Iğdır bana sadece bir yer, bir geçmiş değil, kimlik kazandırmıştı.
Gittiğim kentlerde, şunu anladım: “Ben” demek, bazen sadece kendini bilmek değil, nereden geldiğini unutmamak demektir.
Bugün yıllar sonra geri dönüp Iğdır’ın adını bir yazıya düşmek, hem bir vefa borcudur hem de yüreğimi yeniden onarmaktır. Çünkü Iğdır sadece doğduğum yer değil, yazının bende başladığı ilk noktadır.
Taşlarla konuşmayı, kelimeleri usulca sevmeyi, dağlara bakıp susmayı, ağıtları manileri, mecazen konuşmaları orada öğrendim.
Bazı yerler vardır, aşklar vardır, sen onlardan çıkarsın ama onlar senden hiç çıkmaz.
Ben de Iğdır’ı içimden hiç çıkaramadım. Ben kimim? Bir yarısı rüzgâr, yarısı sessizlik olan bir çocuk … Ben, Iğdır’ın kızı Fatma Aras’ım.
Her yazdığım cümlede, memleketime selam duruyorum.
Yorumlar
Kalan Karakter: