Bir akşam, Iğdırlı araştırmacı yazar sevgili Coşkun Oluz’la uzun bir telefon sohbeti yaptık. Iğdır’ı, geçmişini, değerlerini konuştuk. Sohbetin bir yerinde Coşkun, “Fatma Abla, Revan’a gitmek ister misin? Oradaki ata değerlerinin izinde iz aramak, insanın ruhuna bambaşka bir zenginlik katar,” dedi.
O anda, içimde çocukluğumdan beri taşıdığım o eksik harita canlandı. Kökenimin başladığı yerin adı, annemin suskun dudaklarında, babamın derin bakışlarında gizliydi. Onlar, göçün ve sınırın getirdiği sessizlikle yaşamıştı; ben ise merakla büyümüştüm. Ve bir gün, kararımı verdim: O izleri ben sürecektim.
Bugünkü adıyla Erivan, eski adıyla Revan’a ( Osmanlı döneminde) vardığımda, ilk adımı toprağa attığım an annemin çocukluk korkusu ayaklarımın altına düştü. Karahamza kasabasına yöneldim. Şamaxor küçesini aradım. Annemin oradaki çocukluk arkadaşını aradım. Toprağın teri zamanın üstünü örtmüştü.
Annem, 1936’da kaçış yoluyla ülkemize gelmişti. Hep hüzünle anlatırdı: geride kalan Ermeni kız arkadaşını, orada toprağa verilen kardeşini ve babasını…
Ama en büyük iz, anneannemin yüzünde saklıydı. 1915’in Kaça-Kaç günleri… Anneannem, gözleri nemli, “Çocuklar susardı ama dağlar susmazdı o zaman. Korku, yollara ve ağaçların gölgelerine sinmişti. İran’a doğru kaçtığımız günler…” Altı ay sonra Revana dönüşleri yara gibi anlatırdı. “Biz, sınıra yakın büyüyen bir milletin çocuklarıydık,” derdi.
Babamın anlattığı Mensimli kasabasını düşündüm. Mensimli yollarında yürüdüm; taşlarla tanıştım, ağaçlarla göz göze geldim. Büyükbabam Esat’ın ardından ağlayarak koşan çocuk adımlarını aradım babamın. Babam, bir zamanlar oradaki Göy Mescit’ten söz ederdi. Bir medrese gibi işleyen, Ahmet Yesevi yolundan gelenlerin eğitim aldığı bir ilim kapısı… Babam, bu mescidi bir mabetten öte, bir ömür gibi anlatırdı.
Etrafı gözlerim tararken Alagöz Dağı selamladı beni, başında kar, yüreğinde dilsiz bir gurbet taşıyordu. Kıvrım kıvrım uzanan sırtlarında geçmişin gölgesi gezinirken, birazdan Ağrı göründü…
Sınırın bu yakasında ama yüreğin tam ortasında, Alagöz, bakışlarında hüzünlü bir veda, Ağrı ise suskun bir bekleyiş gibiydi. Karşılıklı bakışan iki dağa bakarken bir efsane dilime düştü.
Adı tarih gibi ağır: Derlerler ki bir zamanlar, Ağrı Dağı ile Alagöz Dağı kavgaya tutuşmuş…
Ağrı öyle bir öfkeyle vurmuş ki Alagöz’ün başı ortadan ikiye yarılmış. Ama Alagöz de geri durmamış sağlam bir tekme savurmuş Ağrı’nın eteklerine.
O tekmeyle yer sarsılmış ve o anda doğmuş Küçük Ağrı Dağı…
Bir dağın öfkesinden bir diğerinin inatla direnişinden yeni bir dağ doğmuş bu topraklara. Kim bilir, belki de Anadolu’nun en yüksek zirveleri yalnızca taş ve topraktan değil, halkın efsanesinden masalın kalbinden çıkmıştır.
O İki dağ şimdi suskun, her gün birbirine bakar. Taş sessiz olur ama unutmaz…
Bunları düşünerek Revan sokaklarında her yaşlı duvarda, her loş sokak lambasında bir iz aradım. Göy Mescidi aradım. Bizden kalan bir işaret… Ama yoktu. Sanki bir göçüğün altında unutulmuştu her şey. Bir taşın dibinde büyüyen yalnız bir çiçek, bir köy çocuğunun ardında bıraktığı ninniler… Hepsi silinmişti.
Bir annenin sırtındaki bohçada bir çift yün çorap, bir de alın yazısı…
Erivan sokaklarında dolaşırken düşündüm: Atalarım bu şehirden göç ederken arkalarına bile bakamamıştı. Ama ben döndüm; gözlerimle, yüreğimle baktım. Belki de o gidişi tamamlayan dönüş bendim. Ülkeme dönerken, toprağın altından değil, geçmişin kalbinden gelen bir ses fısıldadı: “Size geldim, izinizle dönüyorum.”
Gittim, gördüm, yaşadım… Bir elimde kalem, bir elimde geçmiş. 1915’in ayazını anlatacak bir yaşlı aradım. Bir kaçışın, bir göçün izini… Ama hangi kapıyı çalsam, sofraya sessizlik oturuyordu. Diller çözülmüyor, gözler anlatıp dudaklar susuyordu. “Türkiyeliyim” dediğimde önce bakışlar susuyordu.
O an anladım: Bu topraklarda bazı acıların dumanı hâlâ tütüyor ve bazı hikâyeler, gömüldüğü yerden anlatılmak istemiyor.
Bir huzur sardı içimi, sanki dünya kısa bir anlığına durdu. Sonra hafif bir titreme… Gözlerim aralandı, masamın üzerinde yarım bardak su, önümde boş bir sayfa… Meğer hepsi bir rüyaymış. Ama öyle gerçekti ki, uyanmakla uyanmamak arasında, kalbim hâlâ oradaydı.
Belki de en derin ziyaretler, ayakla değil, yürekle gidilendir.
Fatma Aras – 2025
Fotoğraf işin Araştırmacı yazar Mücahit Özden Hun’a teşekkür ediyorum.
Yorumlar
Kalan Karakter: