Çocukluğumun geçtiği mahalleyi hatırlıyorum… Yaz akşamları serin bir esintiyle birlikte sokaklara yayılan taze ekmek kokusu, kapı önlerinde oturan teyzelerin “Gel hele evladım” diyen davetkâr sesleri, mahalle bakkalının veresiye defterindeki samimiyet… O zamanlar mahallenin çocukları birbirinin kardeşi, büyükleri herkesin büyüğüydü. Bizim için “mahalle” sadece yaşadığımız yer değil, bir aidiyet duygusuydu.
Bugünse o aidiyet duygusu yerini bir yalnızlığa bıraktı. Yüksek apartmanların gölgesinde büyüyen çocuklar ne mahallenin oyunlarını biliyor ne de karşı komşunun ismini. Kapılar kilitli, pencereler perdeli; insanın insana mesafesi metrelerle değil, duvarlarla ölçülür oldu. Bayram sabahları sokakta koşturan çocuk sesleri sustu, kapı önlerinde dağıtılan tabak tabak tatlılar birer hatıra oldu.
Peki nasıl kaybettik bu değerleri? Bir yanda göçle büyüyen şehirler, bir yanda modern hayatın hızı… İnsanlar birbirine yabancılaştı, ortak hafızamız inceldi. Kültürümüzün “komşu hakkı”, “yardımlaşma” gibi en temel öğeleri bireyselleşmenin gölgesinde eridi. Dayanışma yerine rekabet, paylaşma yerine gösteriş geçti.
Ne güzel günlerdi… Bir masal gibi, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen değerlerimiz vardı. Büyüğe saygı, küçüğe sevgi, güzel komşuluk ilişkileri, iyi kötü günlerde büyük bir dayanışma… Bakkallar ve kahvehaneler insanların stres ve yorgunluğunu attığı, bir aile ortamı gibi hissettiren küçük eğitim yuvalarıydı. Paran yoksa veresiye defterleri vardı. Çocuklar güven içinde oyunlar oynar, sosyalleşirdi. Okula, okuyana, öğretmene büyük değer verilirdi. Millî ve dinî bayramlar coşkuyla kutlanır, anılırdı. Kadına büyük bir saygı ve değer vardı. Moda, marka, makam, para bu kadar ön planda değildi. Aşklar ve sevgiler çok daha güzel ve masum yaşanırdı. Değerler bu kadar tükenmemişti. İnsanlar bu kadar bencil ve egoist değildi. Belki birçok şeyden mahrum ve yoksulduk ama mutluyduk.

Ama hâlâ geç değil… Eskinmahalle kültürünün özü insan sevgisi ve samimiyetti. Bugün biz de bu değerleri yeniden yaşatabiliriz. Kapı komşumuza bir “merhaba” demek, apartmandaki yaşlıyı bir tabak yemeğe davet etmek, sokakta oynayan çocuklara bir bardak su ikram etmek… Küçük gibi görünen bu hareketler aslında büyük bir kültürü diri tutar.
Mahalle bir coğrafi kavramdan öte, bir yaşam biçimiydi; taş duvarlardan değil, gönül köprülerinden kurulurdu. Eğer biz de bu köprüleri yeniden kurarsak, gelecek kuşaklara sadece binalar değil, bir ruh bırakabiliriz.
Yorumlar
Kalan Karakter: