Yıllar sonra döndüm memleketime…
Iğdır’ın sınır taşlarına yaklaştıkça kalbim bir başka çarpmaya başladı. Aradan geçen bunca yıl, özlemi dindirmemiş, aksine derinleştirmiş meğer. Gurbet dediğin yer, ne kadar güzel olursa olsun; insanın ruhu orada hep biraz eksik kalıyor. Çünkü insan, toprağını, kokusunu bildiği yerin çocuğudur.
Uçaktan inip otomobille şehre girerken gözlerim, çocukluğumun geçtiği sokakları aradı. Her taş, her ağaç, her yokuş bir hatıra fısıldıyor kulağıma. İşte o çeşme başı…Altında gölgelenip, dedemden masallar dinlediğimiz yaz öğleden sonraları.
Şehir değişmiş… Binalar yükselmiş, yollar genişlemiş. Ama insanların bakışındaki sıcaklık, o yürekten gelen selamlar hâlâ aynı. Boğazım düğümleniyor. Yıllarca uzak kaldığım bu topraklar, beni bir gün bile unutmamış gibi sarıyor kucaklıyor beni.
Evimizin avlusunda otururken, toprağın kokusu burnuma değil, yüreğime doluyor. Kuş cıvıltıları arasında çocuk sesleri geliyor uzaktan. Belki de bir zamanlar o sesler bendim. Şimdi torun yaşındaki çocuklarda kendimi görüyorum. Hayat böyle bir şey işte; dönüyor, büyüyor, ama izler silinmiyor.
Gurbet, insana sabrı, dayanmayı öğretir. Ama memleket… O sadece ait olduğun yeri değil, kim olduğunu da hatırlatır sana. Iğdır’da geçirdiğim her saat, yılların özlemini telafi etmeye çalışıyor sanki. Güneş batarken Aras’ın üstüne düşen kızıllıkta, içimi ısıtan bir huzur var. Bu huzur, sadece evine dönenlerin anlayabileceği bir şey.
Ve bilirim ki, bir insanın en derin kökü, doğduğu toprağın altındadır. Ne kadar uzağa gitse de o kök, bir gün onu geri çağırır.
“Yayla yeli esse de serin serin,
Bir başka eser Iğdır’ın yeli.
Gönül gurbette olsa da derin derin,
Toprak çağırır evladını eli eli…”
Gurbet, bazen bir ekmeğin ardında, bazen bir mektebin peşinde çıkar insan yola. Ama nereye gidersen git, ardında bir dağ gibi bekleyen bir memleketin olur: Iğdır… Aras’ın nazlı nazlı aktığı, Ağrı Dağı’nın dumanını eksik etmediği o kadim yurt.
Gurbetten döndüğüm o sabah, otomobil Karakoyunlu ovasına girdiğinde gözlerim nemlendi. “Hoş geldin, evladım,” der gibi dalgalanıyordu buğday başakları. Yürekten bir “çıt” sesi geldi içimden yılların yüküyle çatlamış bir hasretin sesi.
İlk uğradığım yer, babamın mezarı oldu. Yıllar evvel bir sonbaharda bırakıp gitmiştim onu. Baş ucundaki Arap harfli taş, sanki bana bakıp, “Geç kaldın ama geldin ya, Allah razı olsun,” diyordu. Iğdır’ın toprağı, mezar taşı bile insanın gözüne yaş doldurur.
Köyde komşularla yediğim ekşi ayranın tadı bile bir başka geldi. “Sıla ayranı içenin gönlü soğur,” derdi nenem. Haklıymış. O içtikçe içimdeki gurbet buzu eridi.
Sonra bir akşam vakti, evimizin damına çıktım. Ağrı Dağı’na baktım uzun uzun…Bu dağ, sadece coğrafyanın değil, hafızamızın da anıtı. Eskiler, “Dağ dağa kavuşmaz, adam adama kavuşur,” derdi. Ben dağla da kavuştum, insanla da. Çünkü bu dağ, bizi bekler her sabah doğan güneşte, her gece parlayan yıldızda.
Iğdır’ın geçmişi de, bugünü de başka. Bir ucunda Urartulardan kalma kaya yazıtları, bir ucunda Karakoyunlu’dan yadigâr türbeler… Bu topraklarda tarih, adımla beraber yürür. Her köşe başı, her mezar taşı, her eski duvar “Ben buradaydım” dercesine konuşur insanla.
Gurbet bana çok şey öğretti belki. Ama Iğdır, kim olduğumu hatırlattı.
Ve şimdi anlıyorum: Memleket, sadece doğduğun yer değil… Seni her seferinde yeniden doğuran yerdir.
Yorumlar
Kalan Karakter: